Friday 29 May 2009

Thights? Done!

Bir diğer 'Catch Me' vakası ile karşı karşıyayız. Ancak bu kez; evreka!


Karakterlerin birbirlerinden etkilendiği ve filmin başından sonuna dek değiştiği hikayeleri seviyorum. Step Up bu dönüşümü keyifle işlemiş, dönüşümün gerekçelerini müzik ve dans içine serpiştirmiş bir film. İzlerken, bedeniyle böylesine haşır neşir olmak, bedenine böyle hükmedebilmek nasıl bir duygu acaba diye düşündüm. Benim sahip olduğumdan bile emin olmadığım kas tonularını öyle kıvrak hareketlerle kasıp gevşetiyor ki oyuncular, geri alıp tekrar tekrar izlemek istediğim pek çok sahne var.

Step Up için bir gençlik filmi demek yanlış olmaz sanırım. Olmadı, 'gençlerin ya da ruhu genç kalanların filmi' der, yaşı tutmayanlara da bir pencere açabiliriz. Aslında ritim duygusu olan, müzik ve beden uyumu fikrinin heyecan uyandırdığı herkes keyif alabilir bu filmden. Müzik ruhun gıdasıysa, dans kaymaklı kadayıfıdır diyelim, mevzuyu tatlıya bağlayalım.


Son bir sağlık notu; çene kemiklerini kasmak suretiyle dişleri birbirine kenetlemek gerginlik sinyaliymiş ve dans etmek gerginlik atmanın etkin yollarından biriymiş. Sağlıklı Yaşam köşesinin yalancısıyım.

8/10

Thursday 28 May 2009

Aurora Borealis



I cared about the story and the most of the characters in this movie.. well, especially the two male characters:

I know people like Duncan who are intelligent, healthy, have huge potential to be successful but don’t know what to do with their lives; and I’ve had older relatives who needed special care like Ronald Shorter (Duncan’s grandfather).. The bonding between the two, as well as the other characters, is heart warming.

Donald Sutherland is great as an old man with the Parkinson’s disease with progressive dementia; Joshua Jackson has also great range as an actor, I would like to see him in more movies (well, in more commercial movies to be exact).

Anyway, another nice little movie..

Gets a 7/10 from me..

Much Better

Aurora Borealis, yani, kuzey kutbu çevresinde, ışığın düşüş açısına göre gökyüzünü değişik renklere bürüyen kuzey ışıkları...


Aurora Borealis, yani, balkonundan kuzey ışıklarını görmeye çalışan dedesi, gülümseyişini eksiltmeyen bir kendini adamışlıkla ona eşlik eden büyükannesi, şehirden şehre gezerek kendi yol haritasını çıkartan sevgilisi, kendi kaybolmuşluğunu yeni kayboluş biçimleriyle doldurmaya çalışan abisi, ölümünün bir terk ediş biçimi olup olmadığını öğrenmeye cesaret edemediği babası ile doğduğu yerin, birlikte büyüdüğü arkadaşlarının ve bir bulup bir kaybetmek üzere kurulu iş deneyimlerinin uzağına gidemeyen Duncon'ın hikayesi...


Modern toplumculuğun getirdiği, 'geleneksel kültürün tüm öğelerinden temizlenelim' telaşı içerisinde kaybolan aile değerlerine yaptığı vurgu, Aurora Borealis'i özel bir film yapan öğelerden biri. Yazık ki, birey olarak ihtiyaçlarımızı düşünürken, geleneksel yapının getirdiği kuvvetli aile bağlarındaki gevşemenin önüne geçememiş bir nesiliz biz (Tenzih ettiklerim seslerini çıkartmasın, ben bir kısım üstüne alınası/ben dahil grup için konuşuyorum.). Bu modernite sancısı bize kendimizden başkasını pek de düşünecek alan bırakmadı sanki. Hala geleneksel bağlarını korumaya gayret eden bir diğer grup ise bireysel sınırlarını korumakta güçlük çekiyor ve kendilerini öteleme/erteleme mecburiyetinde kalıyor gibi. Ötekinin alanını yok sayma yanılgısına düşmeden bireysel alanını belirleyebilenlere ya da öteki ile girift bir yaşam yaşarken dahi ihtiyaç duyduğunda "orada durun bakalım" diyebilenlere selam olsun...

Filmin tozunu aldığınızda altında gerçek kalıyor. Bir yaz gecesi, komşunun açık kalmış penceresinden şahitlik ettiğiniz yemek sohbeti kadar yalın bir gerçeklik. Sıranızı beklediğiniz bir çiçekçide, tanımadığınız bir adamın, tanımadığınız bir kadına, birkaç gün içinde görevlerini tamamlayıp solmaya başlayacak olan çiçekleri alış sebebini dinleyişiniz kadar gerçek... Dikkatle dinlemezseniz duyamayacağınız bir kendi halinde melodi, yakından bakmazsanız fark edemeyeceğiniz bir güzellik gibi, olduğu gibi ve olabildiği kadar olmakla ilgili bir derdi olmayan bir gerçek...

- Donald Sutherland Ronald Shorter karakterini canlandırma becerisi beni kendisine hayran bıraktı.

- Ruth Shorter'ın gülümseyen güzelliği ile Mrs. My Husband's Medals'ın nemrut huysuzluğunun yüzlerine yansıyışı, ruhları tatmin olmuş insanların yüzleri de huzurdan yayılan bir aydınlıkla parlıyor mu acaba dedirtti.

- Kate'in I don't think there is a guy like you anywhere farkındalığından sonra her nasıl olup da o şehirden ayrılmayı planladığını anlamadım, anlayamam, anlamayacağım. Mekânlar nasıl ve ne biçimde insanlardan önemli hale geliyor, bir kişi bir mekânda bulunmak için, bir insandan daha güçlü bir gerekçeyi nereden buluyor, bilmiyorum. 'Mesele mekân değil, insanın varoluşunu keşif sürecindeki yolculuk ve bu yolculuğun durağanlıkla baltalanmakta olan doğası sebebiyle ihtiyaç duyulan gezgin ruh' martavalını almayayım, mersi. Herhangi bir şey, 'O' dediğiniz insandan önemli hale nasıl gelir, -madım, -mayamam, -mayacağım.

- Kimin hindisinin daha kuru olduğunun, kimin patateslerinin daha lezzetli olduğunun ya da ölmeyi yaşamaya çoktan tercih etmekte olan bir adamın evinin balkonundan kuzey ışıklarını gerçekten görüp göremediğinin mesele olmaya başladığı o saçma sığlık, nerede başlıyor?

- Ruth ve Ronald, birbirlerinin ömürlerine şahitlik etmişlikleriyle, ömürlerinin bir başka dönemecinde duruken; ne düşünüyor, ne hissediyor, nasıl baş ediyor?

- İnsan tam olarak hangi dönüm noktasında ölümü yaşama tercih ediyor?



...ve Duncan, Joshua Jackson, nice to meet you... It was such a pleasure!


Not; Sayın Mamisaphe, pîrimsin vesselâm. Böyle mi film seçilir bacım?!!

7/10

Wednesday 20 May 2009

The Accidental Husband



A radio host, Emma, advises one of her listeners to break up with her fiance, which obviously upsets the man in question. He, then sets about getting his revenge..

This was a fun movie! :)

Because, there were Indian characters and music (yaaayy!); Jeffrey Dean Morgan lights up the screen every time he appears with his smile (*sigh*); and the ending was one of the sweetest I saw in a long time (awww)..

Gets an 8/10 from me..

Monday 18 May 2009

Just... Stand Up And Walk Towards Me


Bu yazının 'film bana dedi ki' ya da 'filmden bana kalanlar' gibi maddeleri olmayacak. Zira, filmden bana kala kala, suratıma gerilmiş sırıtışı yüz kaslarımı isyan ettirmeyecek bir seviyeye indirme çabası kaldı. İstanbul halkının ve metro sakinlerinin, sahneler aklıma geldikçe yüzümde beliren irili ufaklı diğer sırıtışları da 'baharın getirdiği iç taşması' nev'inden değerlendirmelerini umacak kadar da naif bir insanım ayrıca.

Buradan Hollywood film yapımcılarına seslenmek isterim; insanın kazaya kast etme ihtimalini olur olmaz arttırmaya lüzum yok. Hayatta kazara olan şeyler böyle filmlerdeki gibi sonlanmıyor tabi. Tak doğum sertifikası, tak evlisin, tak aradığını dahi bilmediğin adamı buldun cicim. Yok öyle... Bırakın insanların ayakları yere bassın canım. Ama diyorsanız ki, şekerim bırak da bir 90 dakika basmasın ayaklarımız yere, o zaman buyrun size Jeffrey Dean Morgan. Sefanız olsun.

Efenim değinmeden geçemeyeceğim, biz Hintliler (ehhi), The Accidental Husband'ta da görülebileceği üzere eğlenceli insanlarız vesselam. İyi komşuyuz, iyi dansçıyız, iyi aşçıyız, yeri geldiğinde de iyi aileyiz. Yine bekleriz...

'I look at her and I see... I see my whole life.'
8/10

Sunday 17 May 2009

Walk or Talk

Chaos Theory, Definitely Maybe'den sonraki ikinci Ryan Reynolds filmimdi ve bu filme vereceğim tüm puanı kendisine adıyorum, zira bir filmi tek başına sırtlamak her yiğidin harcı değil.

Filmin baş karakteri Frank'le başlayalım. Sevgili Frank, hayatındaki her bir zımbırtı için liste yapmak gibi bir obsesif özelliğe sahip. Kendisinin olası stresli bir hayat olayı sonrasında geliştirme ihtimali taşıdığı patoloji, ihtimaldir ki kaygı bozuklukları başlığı altından olacaktır. Ben bizzat şahsen kendim, geliştirme ihtimali taşıdığım patalojileri duygu durum bozuklukları kategorisi altından seçtiğim ve can sıkıcı, zorlayıcı deneyimlerin altında ezilmeye karar verdiğimde, paşa paşa depresyona girdiğim için, Frank ile ayrı dünyaların insanı olduğumuzu söylemek zor değil. Zira kendini yormaya gerek yok, kaygı bozukluğu geliştirip sempatik sinir sistemin devrede yaşasan da en sonunda bundan yorulup depresyona gireceksin. Gir depresyonuna, doldur 6 ila 8 aylık olağan yeryüzüne dönüş süreni, bitir işi. Kendini yormaya değmez. Demem o ki, Frank beni yordu. Reynolds'ın birbirini tekrar etmeyen zenginlikte jest ve mimikleri olmasaydı, filmin 45. dakikasında cana kast etme eğilimi göstermeye başlayabilirdim.

Hem Frank'in hem de eşi Susan'ın yaşadıklarını göz önüne aldığımızda film bize şunu söylemektedir ki, kendi moral değerleriniz içinde kalmaya gayret etseniz de, hayat size sağ gösterip sol vurabilir, hayata kızmayınız. Zira mesele zaten, ondan sonra ne yapacağınızdır. Frank'in ondan sonra ne yaptığı ise bir Selvi Boylum Al Yazmalım alıntısı ile özetlersek,
sevgi neydi, sevgi emekti.
filmden şu kareleri /diyalogları aldım gitti;

Frank: Do you know whose it is?
Susan: She's not an "it," she's Jesse.
Frank: Do you know, Susan?
Susan: Yes. She's yours, Frank. She's... Maybe not medically... but in all other ways she's your daughter. You're her father.
Frank: Whose is she? Whose is she, Susan?
Susan: She's yours. She's yours because... Because when she had strep throat you held her through three nights of fever. Yours because her first word was "Dad". Because how scared you got when you thought you lost her in the mall for 40 seconds. Because of how happy you feel every time you open your eyes and she's standing there looking at you. She loves you, Frank. You love her.
Frank: I just, I thought if I did everything for the now, that I could forget the past... and the past is who I am. And I just, I don't... I... How am I supposed to go back to Susan if I don't know how to forgive her? Look. I'm gonna disappear. Just, look, tell them that you lost me, okay?
Buddy: No, Frank. No, I won't.
Frank: Yeah. You owe me that!
Buddy: No. Owe you? I don't owe you anything! And you know what? You're a freaking idiot! I wish Susan had picked me. I wish Susan loved me. I wish Jesse thought of me as her father. But all they do is love you. God, I even love you.

6/10

Saturday 16 May 2009

Chaos Theory


For the plot, go here.

The plot had great potential for a comedy but the movie turned out to be more of a drama than a comedy. And if it wasn't for Ryan Reynolds, I don't think I would have watched this movie.. So my rating is -for the most part- for Reynolds; for his performance.. I am looking forward to watching more of his movies..

This one gets a 7/10 from me..

Tuesday 12 May 2009

If Only


I don’t like the phrase “if only”; it reminds me of all the things that I regret doing or living, in the past.. Moreover; thinking about a matter and saying “if only” makes you linger, it makes it difficult to move on, it delays recovering from that experience.. hence, my dislike..

Anyway..

So, as the title suggests this movie is about regrets, but it’s also about learning from mistakes and doing something about them.. Or, to be more specific, it’s about Ian whose girlfriend dies in an accident just after they had a fight and who gets a chance to relive the day again, in the hope of saving his girlfriend.

I quite liked the movie; liked how the story developed –well, except the ending really- and the characters; especially Ian.. aawww..

Gets an 8/10 from me..

Monday 11 May 2009

Appreciate Her

One Day... Someday is here!

Hepimizin bildiği ama üzerinden atlayıp geçtiği gerçekleri hayatın, If Only'nin kaldırım taşlarına serili... Baştan başlama şansım olsaydı derken elimizdeki şansı heba etmekte olduğumuz hayatın fotoğrafı... Önceliklerimizin hangi arada değiştiğini fark edemediğimiz ve bu aldığım son karar olsaydı ne yapardım sorusunun cevabına tezat kararlarla donattığımız hayatlarımızın…

Filmin kritik sorusu erkek kahramanın ağzından duyuluyor, how can you love someone so much... and not know... how to love 'em? İnsan düşünüyor, sevdiklerinin hayatında nasıl oluyor da görünmez birine dönüşüyor birgün? Hayatın neresinde değişiyor öncelik sıraları ve uğruna kalp kırdığımız 'önemli'ler yolun sonunda kaç para ediyor?


Ian, Samantha'nın hayatında mîlat... Bir kalp atışı süresinde seçebileceği, ayrı kalacağı iki haftayı sonsuzluk gibi hissedeceği, önemsediği, benimsediği, dinlediği, çok ama çok sevdiği, hayatını çevresine inşa ettiği bir mîlat... Tanıştıkları gün günlüğüne düştüğü not bir gün Ian'ın parmak uçlarında sızı...

I met a great guy, his name is Ian.
Great kisser. Killer smile.
Let's see what happens.



Samantha, Ian'ın hayatında bir kenar süsü... Gerçekten sevdiği ama ihtiyaçlarını, beğenilerini, taleplerini bilmediği... ama... gerçekten sevdiği bir kenar süsü. Özür dilediği, fazlasını veremediği, eli yandığında buz getirdiği, kaldırım kenarında kaldığında yanına koştuğu ama hep bir aceleyle, hep iki arada bir derede, hep başka şeylerden arta kalan zamanlarda sevdiği... ama... çok sevdiği, kendisini onsuz düşünemediği... bir kenar süsü...
They say there's always someone in a relationship
who loves more.
Oh god I wish it wasn't me.


Samantha ile Ian arasında geçen bir tatsızlık sonucunda Ian, tanımadığı bir adamla yaptığı konuşmada kimi sorularına cevap buluyor...
- I can't seem to make her happy. How can you love someone so much... and not know... how to love 'em?
- So you do love her?
- Yes, very much.
- Well, that's all that matters.
- She's going away tomorrow for two weeks. And she wants me to go with her.
- What if she never came back?
- What sort of a question is that?
- Well, go on, picture it. You wave goodbye at the airport, she gets on an airplane, you never see her again. Could you live with that?
- No.
- Well, you know what to do. Appreciate her... and what you have. Just love her.
Onu sevmek için zamanı oluyor Ian'ın... Çok kısa. Ancak kuvvetli. Öyle ki, kazanmakla kaybetmek yer değiştiriyor. Bir zincirin ucuna dizer gibi kıymetlilerini, kelimeleri dudaklarının kıvrımına inci yapıyor;
Some of the charms are old, and some are new. That's a musical note. A violin. This one's a flower. But there's no sense in that at all, except it was exquisite, like you. Let's see. The train that we took today. That's the Eiffel Tower that you've always wanted to see. And there's a frying pan. You are the only person that I know that can actually do the flipping thing. This one's a heart. My heart. It's yours now.
Death doesn't put an end to love.

9/10

Saturday 9 May 2009

My father, kinda husband I wanna be

Bazı filmlerin sesi yüksektir. Anlatmak istediğini anlatma konusundaki kararlılığı ile paralel bir vurgu yapar mesajına. Bazı filmler ise, sade bir dil kullanır. Bağırmaz. Telaşlanmaz. The Magic of Ordinary Days, sıradan günlerin sihrinden bahsederken, sıradan bir şey anlatırmışcasına iddiasız kurmuş cümlelerini. Anlaşmalı bir evliliğin içinde duracakları yeri belirlerken, hayatta durdukları yeri çözmeye başlayan iki insanın hikayesi, kısaca.

Adamın kadına karşı öylesine anlayışlı, evlilikleri için öylesine gayretli olmasını istemedim filmi izlerken. O kadar çok gayret, kadının takdiri üzerinde negatif etkiye sahip olur diye korktum. Öyle olmadı ama. Aksine adamın bu tavrı, kadının mekanla bağlantı kurmasına yardım etti öncelikle. Önce eve ait oldu kadın, sonra adamın hayatına.


Filmden öğrendiklerim,

- Mrs. Parker ve Mrs. Pratt gibi hatun kişilerin keklerini ye ama sohbetlerine meze olma.
- Martha, hayatında Livy'nin sahip olmadığı şeylere sahip olduğu için mutlu değildi, neye sahip olduğunu bildiği için mutluydu.
- Bazen bir şey senin için sadece bir elbise, kolye ya da yüzüktür ama bir Ruth için senin elbisen, senin kolyen, senin yüzüğün olduğu için kıymetlidir, onu mutlu et.
- Yaşadığın mekana kendinden izler katmak, kendini o mekana ait hissetmeni kolaylaştırır.
- Kendini yaşadığın mekana ait hissetmek, mekanı paylaştığın insanlarla yakınlaşmana yardım eder.
- İnsanlara alan bırak. Martha da üzgün, öfkeli ya da şaşkındı ama yargılamadı.
- Hormonlarıyla pek haşır neşir bir ergen kız, kamyonunun arkasına asker kılıklı bir kaçak atıp onu sınıra götürmeni isterse, asker kılıklı kaçağı polise teslim etmekten çekinme. Hormonlar sakinleşir, aralar düzelir, yeter ki gönüller bir olsun.
- Biri, kıymet verdiğin bir şeye özenli davranmadığında, o şeyin senin için ne kadar önemli olduğunu anlayamamış olma ihtimalini de göz önünde bulundur.
- Seni önemsemediğini belli etmiş birine mektup yazmaya devam etme.
- Biri, bir şeye aşırı tepki gösterdiğinde; 'aşırı tepki gösteriyorsun' demekten daha iyi bir şey yap, ona tepki sınırlarını aştıranın ne olduğunu anlamaya çalış, payın varsa sorumluluk al.
- Bahçene/balkonuna rüzgar gülü koy.

Livy: My first day here, I looked in your dresser. I can't even explain why I did it. I'm sorry.
Ray: You could've looked in there any time you wanted, I got nothing to hide from you.
Livy: There was a watch. I heard it ticking. Never seen you carry it.
Ray: It's my father's. Sometimes I wind it up when I wanna remember him, remember how good he was to my mom. Ki
nda husband I wanna be. First day I wound it up for no good reason, just for luck.

Film bana dedi ki; masalın başkalarının masallarına benzemeyebilir, önemli olan senin masalına benzeyip benzememesidir.

7/10

The Magic of Ordinary Days


Another nice TV movie..

For the plot (with spoilers), click here.

Gets a 7/10 from me.

Tuesday 5 May 2009

John Will Hancock Smith

Evsiz, ayyaş, antisosyal süper kahraman!

- People don't like you Hancock.
- Do I look like I care what people think?
Hancock'un aidiyet duygusunda bir gedik var. Hatırlamadığı bir geçmiş, sınırlarını bilmediği ve kaynağını açıklayamadığı bir güç... Üstüne yalnızlık... Bir de sosyal izolasyon... Buyrun antisosyal kahraman! Alışveriş merkezlerine ya da festival meydanlarına dalıp kalabalıkları paralamadığına dua edelim.

Theron, kendi halinde ev kadınlığından öfkeli süper kahramana, oradan da kalbi kırık süper kahramana öylesine ustalıkla geçiş yaptı ki, hayran olmamak elde değil. Film hiç beklemediğim bir şekilde drama ve romansa dönüştü.
- I gotta wonder what a kind of a bastard I must have been, that nobody was there to claim me. I mean, I am not the most charming guy in the world, so I've been told, but... nobody?
Mary, Hancock'ı evin duvarından dışarı fırlattıktan sonra, Hancock bir arabanın tuz-buz olmuş ön camı üzerinde şaşkın şaşkın yatarken anladım ki, insanın hayatında kendisine meydan okuyacak biri/bir şey olmadığında, mana ortadan kalkıyor. Bazen hayat bu işlevi üstleniyor ve kendisi bize meydan okuyor. İçinden geçerken zor gelse de, kimi dönemeçler bizi, tam da olmak istediğimiz kişi yapıyor.
- And you chose...to let me think I was here alone.
- I didn't think you'd miss what you didn't remember.
Charlize Theron ve Will Smith arasında, hastanede geçen diyaloglar, Hancock'ın yaralarına ve kişisel tarihine dair aldığı bilgiler, aidiyet duygusundaki gediği kapattıkça, Hancock ve Mary arasındaki mesafe de azaldı.


İnsanların ortak tarih biriktirişlerini düşündüm sonra. Kim olduğumuzu belirlemede ve karşımızdaki insanla aramızdakinin ne olduğunu belirlemede bu ortak tarihin ne kadar kritik rol oynadığını. Shall We Dance'te Susan Sarandon'ın canlandırdığı karakter bir noktada şunu söylüyordu;
We need a witness to our lives. There's a billion people on the planet... I mean, what does any one life really mean? But in a marriage, you're promising to care about everything. The good things, the bad things, the terrible things, the mundane things... all of it, all of the time, every day. You're saying 'Your life will not go unnoticed because I will notice it. Your life will not go un-witnessed because I will be your witness'.
Hancock keyifli, tatmin edici bir Will Smith seyri sunarak pek bir keyifle anacağım filmler arasına girmiş bulunmakta, alkışlıyoruz.

8/10

Hancock


There are heroes, there are super heroes, and there is Hancock..

He can fly, has super-strength and does not age.. But he is also a drunkard; not to mention rude. So he is not your everyday "ordinary" superhero.

Then, as the story develops, the audience realize that Hancock feels lonely, he is confused, and curious about his past. (I am not going to narrate the whole story here; for that, read this or this (all the spoilers included).. or watch the movie).

In short, it's a comedy-action-drama; with Will Smith, Charlize Theron and Jason Bateman in lead roles.. Very entertaining! Also, I am happy to read that there are talks about a sequel.

Gets a 7/10 from me.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails