Tuesday 29 December 2009

Billu Barber





Billu Barber is a Bollywood movie, and v.yaka and I are Bollywood movie enthusiasts. But, why on earth it took us 8 months to watch and review a Bollywood movie; I have no idea!

If it wasn't for SRK who produced and starred in it, I doubt I would have watched this movie.

I am going to write more stuff about what I think about this movie but not now, not today. I am racing against time to be somewhere else. I will delete this paragraph when the time comes and instead, write why SRK ROCKS, why Hollywood has one or two things to learn from Bollywood and why I gave this particular movie 7/10.. ;)

For now.. me goes..

Tuesday 15 December 2009

Marjaani

Bazı adamlar var dünya üzerinde; sadece yürüsünler, dursunlar, baksınlar istiyorum. Shahrukh Khan onlardan biri. Kandırıkçılığın alemi yok, Shahrukh Khan onlardan ilki.



Billu'yu seyretmeye karar vermem zat-ı şahanelerinin teşrifindendir dense isabet olur. Canlandırdığı Sahir Khan karakterinde, kendi hayatından ve yıldızlığından izler görmek, filmlerinin film şeridi gibi gözümüzün önüne serilmesi, filmin ondan bağımsız kimi sahnelerinde duvarda afiş, aynada fotoğraf, tekmil ergen kısmısının saç kesiminde rol model olarak karşımıza çıkması pek keyifli oldu. Bir de Deepika'lı, Priyanka'lı, Kareena'lı, dans lar yok mu, onlar da kadayıf üstü vişne-kaymak efenim. Bu hatun kişilerin hepsinin bu kadar güzel olması hipotezine verdiğim ihtimali düşük, Shahrukh'un yanında duranı güzelleştiren bir ışığı olduğu hipotezine verdiğim ihtimali ise çokbiacayip yüksek tutuyorum. Zira, bakınız;




Efenim, filme gelince; bazı filmler yoruyor beni. Hikayelerini çok üstüme alındığımdan mıdır nedir, bitap bitiriyorum kimi filmleri. Filmin başından sonuna kadar Billu karakterinin başından geçenler benzer bir etki bıraktı üzerimde. Önce kendi çocukları, sonra karısı, sonra bütün köy olmak üzere herkesin Billu'dan beklediği bir şeyler var film boyunca. Elinden gelen bir şey olmadığını söylemekten vazgeçip akışa kapılınca ve sanki kendisinden beklenenleri yerine getirebilecekmiş gibi bir duruşla durunca Billu, ben iyice gerilmeye başladım. Yalanlar ortaya çıktı-çıkacak derken ruhum daraldı.

Billu karakterini Irrfan Khan canlandırıyor. Çaresizliğine boyun eğen dürüstlüğünü ve kendi yalanına inanma isteğini harmanlayıp yansıtma becerisi hayranlık uyandırıcı. Aaja Nachle ve Life in a Metro dışında başka bir performansını izlememiştim Billu'ya kadar. Şimdi ise farklı karakterleri nasıl oynayabileceğini merak etmeye başladım.



Billu'nun eşi Bindiya rolünde Lara Dutta'yı izliyor ve iç geçirmelik duraklarda, insanların boşuna güzellik kraliçesi seçilmediklerini idrak ediyoruz. O ne güzellik, maşallah!


Minik notlar;

- Farah Khan'ı gördüğüm ilk yerde, kendisini omuzlarından tutup sarsmak suretiyle 'Farah, n'oooldu sana, sana n'oooldu?' diye sormak istiyorum. Koreografi böyle mi acemice yapılır? Elinde cânım Shahrukh, Deepika, Priyanka var ve sen böyle mi koreografi yapıyorsun, oyy... Kareena'nın Marjaani'si ile birazcık kurtarıyor filmin dansları... ama birazcık.

- Shahrukh bir daha bol paça pantalon-çan kesim kol kombinasyonunu giyecek olursa, önceden ikaz içerikli bir anons yapılması gerektiği kanaatindeyim. Medet!

- Love Mera Hit Hit'i, ağır yürüyüşlü sahneye girişleri, birkaç pek derin bakışı, birkaç emsal derinliklikte tutuşu ve üç-beş dans figürü dışında; hemen, şimdi, burada unutalım derim.

- Billu Bhayankar, Munnabhai'nin fıkır fıkır, sıcacık şarkılarını hatırlattı bana. Onlar dans etti tozlu sokaklarda, ben gülümsedim. Hayat güzel be...

- You Get Me Rockin'i günümüz amacı-pek-bir-belli kliplerine gönderme yaptığını varsayıyorum. Ondan da 00:19'u aldım, gitti.

- Marjaani'nin ritmi, şarkıda kullanılan figürler, renkler, minikler, jestler, ohh dedirtiyor. Pek sevdim, içim açıldı, aydınlandım. Mavinin bu tonu ve beyaz kardeş ilan edilsinler, ayrılmasınlar.

- Filmin bitişe yakın yaptığı yükselişi çok dozunda ve tatmin edici buldum. Benden filme giden puan;

7/10

Saturday 5 December 2009

don't respect me

Çikolata.
Kanıtlanmış bir faydası yok. Kimi sebze-meyveler için söylediğimiz gibi tüketilmesi insan sağlığı için gerekli, aman şöyle yararlı, böyle iyi geliyor filan diyemiyoruz. Sadece serotonin üretimini tetikleyici işlevi nedeniyle mutlulukla ilişkilendirilmiş ama ilişkilendirilmese ne fayda, çikolata zaten çikolata. Havada, karada, yedi iklim, dört deniz yenir.

17 Again de aynen öyle. Mutlaka seyredin, şöyle bir ders alacaksınız, böyle felsefesi var diyemem. En fazla, 'bir güldüm, bir güldüm... ama ne güldüm. dönüp bir daha güldüm!' diyebilirim. Filmin ana karakteri, lise yıllarını civarın parlak çocuğu olarak ve ihtişamlı bir gelecek vaat ederek geçirmiş olan ancak bugün, hayat elinde pek bir yorulmuş 37 yaşında, iki çocuğu tarafından yok sayılan, eşi tarafından boşanmak üzere olan Mike. Ancak 17 Again, sadece tek karakter üzerinden yürüyen bir hikaye değil. Thomas Lennon tarafından canlandırılan Ned karakteri beni öldürdü mesela. Böyle mi komik olunur be adam! Diyaloglar iyi yazılmış kabul ama bir de o diyaloga can vermek var, sevgili Lennon esirgememiş.


Mike'ın 37 yaş versiyonunu, Friends yıllarından beri gönlümde taht kurmuş olan, o gün bugün, nice kazan kaldırma, nice ayaklanma girişimine bana mısın dememiş, tahtını tacını elinden bırakmamış; üstün karakter, yüce insan, kendiliğinden komik organizma Matthew Perry tarafından canlandırılmış. Daha sık film yapsın istiyorum ben ama olmuyor böyle. Perry'nin oyunculuğunu tarif çabasına girmeyi haddi aşmak bilirim, zira mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?


17 yaşındaki Mike olarak ise, Zac Efron'ı seyrediyoruz ve bence çok iyi yapıyoruz. Aydınlatıyor ekranı bu çocuk. High School Musical 3'te seyrettim ilk kez kendisini (reca edicim 14 yaşında yeğeni olmayanlar yorum yapmasınlar(:) ve güzel dans ediyor velet dedim. Ancak bu filmle anladım ki Efron, beyaz perdedeki güzel bir yüzden ya da kendine yakıştırılmış olan pretty boy imajından çok daha fazlasını taşıyor. Diyaloğu verirken kombine ettiği mimikleri tekrar görebilmek için pek çok sahneyi geri alıp bir kez daha izledim. Olmuş demek istiyorum. Hatta, çok güzel olmuş demek istiyorum.


37 yaş beyni ve 17 yaş bedeniyle tekrar lise günlerine dönen Mike, ailesinin kendisiyle ve dış dünyayla ilişkilerini dışarıdan biri gibi gözlemleme fırsatı elde eder. Ve babaları iken kuramadığı bağı, okul arkadaşları iken kurmayı başarır. Eşiyle koca olarak kuramadığı bağlantıyı, oğlunun arkadaşı olarak kurmayı denediğinde ise olaylar patlak verir. Zamane gençliği diyeceğim (içimde de bir eskiden buralar dutluktu türküsü terennüme başlanacak) efenim, şimdiki gençlerin kendi aralarındaki ilişkilere de pek güzel ışık tutmuş olan filmden bir alıntı yapmak isterim ki, bu diyalogu getiren sahne şöyle gelişmekte; Mike'a asılan ve bunu yaparken kendilerini çocuğun ayaklarına sermekten hiç çekinmeyen pek çok kız vardır ve Mike içindeki babalık dürtüsüyle hepsini karşısına alır. Onlara der ki;


Mike: Okay, okay. Sit down. Just sit down. If you girls don't respect yourselves...then how do you expect anyone else to respect you? Right?
Girls: Don't respect me. No, don't respect me.
A bolder one: You don't even have to remember my name.
Mike: This is some other dad's problem.



Özetle şudur ki, ben çikolatayı dağda, kırda, bayırda yerim, 17 Again'i ne zaman olsa yine izlerim.

8/10

17 Again



17 Again is about a guy whose life didn't turn out how he'd imagined to be and wishes to go back and change it. One day he wakes up and he is 17 Again! :) (Watch the trailer here).

Freaky Friday, Like Father Like Son, Big, 13 Going on 30, It's a Boy Girl Thing.. and now 17 Again.. These movies have something in common. They all involve some form of swap (body or age) in their story line.. aaand I LOVE this genre! It's just so interesting to think (and see in movies) how one reacts to being in another body other than his/her current one.

Anyway, I'd watched and liked all the above mentioned movies so I was looking forward to watching 17 Again. I am happy to acknowledge that the movie did not disappoint; it was fun and has a great repeat value.

Gets an 8/10 from me.

Monday 9 November 2009

thanks for the sugar, sugar


Lucky Number Slevin, nereye gideceğini izleyicisine söylemeyen bir film. Sonunda öyle bir yere geldi ki, ben ve film ilerledikçe sırayla boş çıkan teorilerim, ağzımız açık bakakaldık. Hikaye başladığı yere döndü. Ancak, içinden geçtiği dönüşüm süreçleri onu aynı yere, farklı bir hikaye olarak getirdi.

Josh Hartnett, filmin yarısını burnu kırık, diğer yarısını havluya muhtaç geçiriyor.
Bruce Willis, her zamanki yarım gülüşlü mistik oyunculuğu ile kimsenin bilmediği pek çok şeyi biliyor intibası uyandırıyor.
Lucy Liu, öyle şirin bir karakteri oynuyor ki, kendisinden pek de hazzetmeyen beyin bölümlerim karar değiştirme kararı aldılar.
Morgan Freeman'dan söz etmeyeceğim bile 'cause he is the boss.

Özellikle Slevin (Hartnett) ve Lindsey (Liu) arasında geçen diyalogların parlaklığı, hikaye/diyalog yazarının kim olduğu, başka hangi işlere imza attığı, nasıl çalışan bir beyin sistemi olduğu gibi pek çok soruyu beraberinde getirdi. Jason Smilovic, çoğunlukla göz atmaya değmez bulunan, ancak göz atıldıkça keyifle derinleşen, hiçbir şey hakkındaki ayrıntıları arka arkaya, kıvrak bir zeka ile tutturmuş. Hartnett ve Liu 'nin harikulade bir keskinlikte yazılmış bu diyalogları içeren sahneleri, harikulade bir zamanlama ile oynamış olmaları ise ayrı, apayrı bir dinamik katmış filme.


Lindsey karşı komşusu Nick'in kapısını uzun uzun çaldıktan sonra Slevin kapıyı açar ve;

L: It took you long enough. You're not Nick.
S: You're not as tall as I thought you'd be.
L: Well, I'm short for my height.
S: That makes sense because I can usually tell how tall someone is by their knock. You have a deceptively tall knock. Congratulations.
L: So it's a good thing?
S: I open the door expecting you to be up here, you're down here. That combined with a low centre of gravity... Forget about it.
L: Who are you?
S: I'm Slevin.
L: And what happened to your nose?
S: I was using it to break some guy's fist.

...

S: What was your name again?
L: Lindsey. I live across the hall. I came over to borrow a cup of sugar.
S: Where's your cup?
L: I came to borrow a cup of sugar. If I had a cup, I'd have come to borrow sugar.
S: Touché.

Kısaca; F16 hızındaki diyalogları keyifle takip ettiğim, hikayenin dönüşüm noktalarını tatminkâr bulduğum, bir daha izleme olasılığımın düşük olduğu ancak arada dönüp bakmak isteyebileceğim sahneleri olan bir film Lucky Number Slevin.


7/10

Lucky Number Slevin


I'll write this one in bullet points.. 'cause it's easy! :p

* Lucky Number Slevin is a crime thriller with an impressive cast (Morgan Freeman, Ben Kingsley, Bruce Willis, Josh Hartnett, Lucy Liu etc.), a good script and some really clever, witty dialogues.

* It's a case of mistaken identity and its results. There were some predictable parts in the story; but also really good twists.

* There is great chemistry among all leads; I especially liked Josh Hartnett and Lucy Liu's pairing.

* 70s fashion is everywhere in the movie.

* Some graphic sexual images at the beginning were unneccessary for my taste though.

* At the end of the day, I was entertained.. Gets a 7/10 from me.

Saturday 12 September 2009

The Covenant


The movie's official poster has the following plot introduction: "In 1692, five families with untold power formed a covenant of silence. One family who lasted for more was banished, leaving their bloodline to disappear without a trace... Until Now."

Now, this is a kind of story intro that will attract my attention. I like my romantic comedies and dramas.. but I also like epic stories, supernatural stories, action movies, thrillers, etc. The above plot and the trailer seemed to have elements of all above, so you can guess my excitement and expectations.. The story, and therefore the movie, had potential... so much potential!

Yet.. that potential was wasted! The action scenes, the special effects were good, the music and the actors were efficient.. however, poor dialogues and incomplete/unexplained sub-plots prevented this to be better movie as a whole. If they decide to do a sequel (the ending was quite open for a sequel), they'd better have more adequate writers..

Gets a 7/10 from me.

Friday 11 September 2009

For the love of all that is holy...

Şimdi efendim, zorlamaya gerek yok; bu filmin Steven Strait'siz versiyonu seyredilmezdi. Steven Strait'li versiyonu ise seyredilir, tefekkür edilir, üzerine tez yazılır, Allah'ın varlığına ve birliğine ulaşılır.

İnsan istiyor tabi, straight to the point cümleleri olsun (pun intended). Ancak, benim ulu orta edatları arka arkaya dizesim, reaksiyon belirten kelimeleri iki yıldız arasına alasım ve derin bir iç çekesim var *sigh*.

Filmde öğrenciler vardı. Bir okul, bir yurt, bir yüzme havuzu hatırlıyorum -ki kutsal çiniler hangi başlar kendilerine çarpsın diye dizilmemişlerdi ki zaten hep gibisinden rağmencesine *coughgahcough*. Örümcek, hayalet filan da vardı sanki, insanı mışıl uykulardan ter içinde uyandıran *whimper*. Yağmurlu bir gecede, damlalarla kaplı camına bir burun, iki avuç yapışmış bir araba olduğu da söylentiler arasında...

Peki, gelelim bütün bunlardan neler çıkaracağımıza;

- 86 model araba alın, pişman olmazsınız.
- Küresel ısınmayı durdurmanın bir yolu da park halindeki aracın içinde oturmaktır.
- Bariton seslerin ormandaki yankısını kontrol etmek için kullanılan teknik cümle 'Gorman, it's me, it's okay.'dir.
- Kavisli yamaçlarla çevrelenmiş vadiler olduklarından daha derin algılanırlar.
- Vadilerin anakaraya birleştiği düzlüklerde tedbirsiz konaklama, nefes düzeni üzerinde olumsuz etkiye sebep olabilir. Gözlerde odak bozulması ile şehla bakışlara eşlik eden baş dönmesi ve baygınlık hissi de rapor edilen diğer belirtiler arasındadır.
- Araştırmalardan elde edilen sonuçlar, taarruz öncesi 'I know you should go' mantrasını tekrarlamanın, hedefin kaçış ihtimalini azaltırken vuruşun isabet ihtimalini yükselttiği ve etki alanını genişlettiği yönündeki teoriyi desteklemektedir.
- Uçurumlardan atlayıp iki ayak, bir diz, bir el üzerine konuveren yırtıcıların, 9'dan fazla canı olduğuna ama insaflarının olmadığına inanılmaktadır.
- Vites değiştirme esnasında debriyaja az basmanın arabadaki, fazla basmanın ise kafadaki balataları hırpaladığı tecrübeyle sabittir.
- Bir gönderiye 858 resim eklememenin yolu 1 resim eklemektir.


7/10

Thursday 6 August 2009

About Nothing


Kural 1, beklenti ne kadar yüksek tutulursa hayal kırıklığına uğrama ihtimali o kadar artar ise, Denzel Washington, Keanu Reeves, Emma Thompson gibi isimleri yan yana görüp gaza gelmek suretiyle kural 1'i ihlal etmenin bedeli, 110 dakikayı geri istemek olabilir. İşbu önerme kendi kendisini imha kapasitesindedir.

Much Ado About Nothing
, koskoca filmden, afili abilerin giriş yaptığı, atlar ve asalet kelimelerini içeren bir cümle ile desteklenebilecek, dört nala sahne dışında bir şey saklamaycağım bir film. Unutalım gitsin.

Puanlarımdan biri yukarıdaki sahneye, biri Denzel Washington'ın su gibi oyunculuğuna, biri de Keanu Reeves'in hain villian portresine.

3/10

Wednesday 5 August 2009

Much Ado About Nothing


William Shakespear's comedies such as The Comedy of Errors, The Merchant of Venice, The Taming of the Shrew, Much Ado About Nothing etc. are not as well-known as his tragedies (Hamlet, Othello, Romeo and Juliet, Macbeth). Nonetheless, all have been adapted into movies and today's post is about one of them in particular: Much Ado About Nothing.

I am not going to write the whole plot here as there are many characters and sub-plots as the title suggests. I can tell you however that it's a comedy which is directed by talented Kenneth Branagh who is well-known for his film adaptations of Shakespear's some other plays, namely Henry V (1989), Hamlet (1996), Love's Labour's Lost (2000) and As You Like It (2006).

* Cast includes Kenneth Branagh, Emma Thompson, Keanu Reeves, Kate Beckinsale, Denzel Washington and Michael Keaton.

* The bickering, the witty lines between Branagh and Thompson's characters is a delight to watch and Michael Keaton's Constable Dogberry is hilarious!

* The long take at the end of the movie, with the whole cast dancing, is a good touch!

Overall, an enjoyable film which gets a 7/10 from me.

Tuesday 4 August 2009

.no past.no present.no future.

Dear Frankie,

Hayat yorar mı herkesi? Bir yalana inanmak, bir gerçeğe inanmaktan kolayken, kendini kandırmayı seçmek aykırı mıdır yasalara? Yan yana odalarda uyuduğu oğlunun kalbine ulaşabilmek için, uzaklardaki bir geminin varsayılan rotasından geçmek zorunda kalan annenin ihtiyaç duydukları arasında ne kadar yer vardır gerçeğe? Ve sonra biri çıkıp,
ben yalan olurum dediğinde, hangimiz reddedecek kadar yalandan azâde?


Dear Frankie,

Sen bilmiyorsun ama ben tanıyorum seni. Aynalarda gördüğüm yüzlerden, ki hangisi benim yüzüm emin olamıyorum bazen, köşe başlarını geniş açılarla dönen, gözleri yerde kadınlardan, kendi omuzlarının arasına saklanmış adamlardan, bir gerçeğin karşısına çıkıp bir kez "senden nefret ediyorum ama varsın. seni gördüm ve kabul ettim." demektense binlerce kez arkasını dönüp yokmuş gibi davranmaya devam edecek, cesareti baş aşağı tanımlayan milyonlarca insanın gözlerinden tanıyorum seni.


Dear Frankie,

Hayat sana ne öğretti bilmiyorum. Ancak benim öğrendiğim; yalanla gerçeğin doğruyla yanlış gibi, pek de uzaktan akraba olmadıkları. Ve anlaşılan o ki, bunu anlamak için insanın, durmam dediği yerde durup 'kûn feyekûn' ile hemhal olması kâfi.


Sözünü gayet kendi halinde söyleyen, sesini yükseltme gereği duymayan, hikayesinin duyulmasına takılmayan, sadece anlatan bir film Dear Frankie ve bittiğinde, bir şeye öyle inanma ve onu öylesi bir tutkuyla beklemenin boşluğunu bıraktı içimde. Duvara asılı bir dünya haritasına... Geceleri yıldızlara... Dalların çiçeğe durma zamanına... Ama bir şeye... Bir şeye bakıp, bir diğer şeyi bekleme meşgalesine dair bir eski telaş kıpırdandı içimde. Biraz kıpırdandı. Ve sonra arkasını dönüp uyumaya devam etti.

7/10

Dear Frankie


British movies which I have watched and liked so far are mostly costume dramas; but once in a while I watch&like British movies depicting modern life as well. Dear Frankie is one of those good, entertaining movies.. The story is simple:

Lizzie, a single mother, has been responding to her son's letters in the guise of his father.. Then, when it comes to a point in which her son is expecting to meet his dad, she hires a stranger to pose as his dad.

This movie is not one of those big productions with larger than life characters and big sets; it is a small movie with a simple story to tell. But once you start watching, the movie holds your attention, you want to see what happens to the characters.. you care for the story itself..

This one gets an 8/10 from me..

Tuesday 28 July 2009

The Proposal



This was a FUN movie! The story is simple; when book editor Margaret faces deportation to Canada, she quickly declares that she's actually engaged to her assistant Andrew. He agrees to go along with this lie in return for a promotion. To convince the immigration officer that their relationship is genuine, the couple goes to Alaska to meet Andrew's family. There, things get more complex.. and, funny! ;)

Sandra Bullock (Margaret), Ryan Reynolds (Andrew) and Betty White (Grandma Annie) are perfect for their roles; their comic timing is great! There are some gorgeous scenery to look at, not to mention two beautiful leads..

Of course, the movie is not without flaws.. There are some really silly scenes; like the one involving an eagle and a dog, another with Grandma Annie doing some Native Indian dance, and another dance scene featuring a male stripper... They seem to be forced into the storyline to get more laughs.. But, you know what, ignore me because I am just nit-picking.. The rest of the movie, and the top-notch actors more than make up for the silly bits!

Just watch the trailer, sooner or later you'll want to watch it yourself!

This one gets an 8/10 from me!

Monday 27 July 2009

Marry Me, 'Cause I'd Like To Date You

Sandra Bullock izlemekten daima keyif aldığım bir isim. Ryan Reynolds'ı ise izlemekten gittikçe daha çok keyif almaya başladığımı söylemek yerinde olur. (Chaos Theory'yi unutmak istediğim kötü bir anı olarak adlediyorum.) The Proposal'da Bullock ve Reynolds'ı birlikte izlemek ise, magnum double karadut & böğürtlen'in çift kat çikolatası arasından sızan meyve sosunun tadına varmak gibiydi.

Bir sahnede replik sahibi oyuncunun performansından ziyade, o sahnede repliği olmayan oyuncunun, duymakta olduğu kelimeleri yüz ifadesi, bedeninin duruşu gibi kelimesiz ifade biçimleriyle karşılayışını etkileyici bulurum. The Proposal, Bullock ve Reynolds'ın sözü edilen paslaşmalarına pek çok kez sahne oluyor. İki oyuncunun da diyaloglarını sergilerken sahip oldukları komedi zamanlaması senaryonun sağladığı mizahi malzemenin etkisini maksimum düzeye taşımış.


Film ilerledikçe, Margaret'ın sahip olduğu sert kabuğun altında sakladığı, hayata korkulu gözlerle bakan kadını, Andrew'in kaba ve bencil patronuna katlanmasının arkasında babasıyla arasındaki çözülmemiş meselelerinin olduğunu gördüm. Burnunu olur olmadık konulara sokan sevimli büyükannenin kanıma girmesine izin verdim. Yeri geldiğinde rahip, yeri geldiğinde tezgahtar ve yeri geldiğinde striptizci olan Ramon'un her an başka bir kılıkta karşıma çıkma ihtimalini ise kalbimin derinliklerinde gizli bir korku olarak taşımaya devam ediyorum.

The Proposal, tüm zamanların en sevimli komedi filmi ilan ettiğim ve pek çok kez izlediğim Hitch'e rakip olabilecek, kendisini tekrar izletebilme kapasitesi yüksek bir film. Oyuncuların isimleri perdede akarken yayınlanan sahneler son zamanlarda gülmediğim kadar gülmemi sağlamakla kalmadı sadece; sinema, insanlar vs. dinlemeden kapıp koyvermeme de neden oldu. Kapanış sahnesinde Andrew'in, korkmasına rağmen, kolay olduğunu bildiği yol yerine yürümek istediği yolu seçmekteki kararlılığı ise oldukça ilham vericiydi.

Demek ki neymiş, eğer filmler doğru söylüyorsa, gözünüze kestirdiğiniz birine bir süreliğine evlilik numarası yapmayı teklif ederseniz, o sürenin sonunda bir bakmışsınız aşk! Ben Hollywood'un yalancısıyım. Benzer bir örnek için bakınız The Accidental Husband. Nıck, nıck, nıck, yani insanı zorla...

8/10

Tuesday 14 July 2009

what took you so long

Catch & Release başından beri görmediğimiz bir karakterin, buzdolabındaki düğün pastası ve evi kuşatan düğün çiçekleri eşliğinde, evlenmeyi planladığı gün ve evlenmeyi planladığı mekanda gerçekleşen cenaze töreni ile başlayan, nişanlısının, ailesinin ve arkadaşlarının onun yokluğuyla baş etme süreçlerini ve yeniden şekillenen ilişkilerini anlatan, hikayesi ölüm teması üzerine kurulu olduğu halde karanlık olmaktan kurtulabilmiş, bünyesinde mizah da barındıran, sürprizli bir film.


- Usul akan bir nehir gibi Jennifer Garner'ın güzelliği.
- Timothy Olyphant'tan böyle bir Fritz çıkmasını beklemiyordum, helal!
- Juliette Lewis, izlediğim tüm filmlerinde birbirini tekrar etmeyen sıradışı karakterleri canlandırıyor. Sıradışı konuşma biçiminin bu durumda bir payı var mı acaba?
- Filmin en komik karakterinin "şişman ve gözlüklü" tip olması hollywood klişesini destekliyorum.
- Hayat felsefemi (şişman-gözlüklü-komik) Sam'in bitki çayları üzerinden okuduğu alıntılar çerçevesinde yeniden şekillendirmek istiyorum.
- Film boyunca Fritz tarafından çekilmiş kareleri, filmin sonunda masasının üzerinde görmek harikaydı. Film, film şeridi gibi gözümün önünden geçti.
- Fritz'in arka kapısı kumsala açılan evini unutmak benim için kolay olmayacak.
- Ayrıca, şiddetin nelere gebe olduğunu bir kez daha gördük, daha da bir şey demiyorum!


Kısaca; 'yine olsa yine izlerim' bir film benim için Catch & Release. Gray'den bir alıntıyla bağlayalım,
I think catch and release fisherman are heartless weenies. I think putting a fish through agony for nothing more than your own entertainment is just plain cruel. I think if you're going to torture a living thing if, you're going to make it look into the eyes of its maker, face its own puny little place in the universe, then, for God's sake, have the decency to eat it!
7/10

Monday 13 July 2009

Catch and Release


An average movie which I'll probably forget in a matter of days.. There is only one scene which could stay with me; and that is the beginning where flowers which are brought to a wedding is stopped and returned because the groom died the previous day. The movie is a comedy/romance/drama though; so the goings on get a bit lighter..

Another thing is; when the credits roll, we are shown photos of the characters taken while the story unfolds by the character who is a photographer.. That was a nice touch I thought..

For the plot, go here.

This one gets a 6/10 from me..

Thursday 11 June 2009

Sen de mi Romulus



Romulus, My Father; kadın kahramanın ağır görme bozukluğu yaşadığı filmdir. Romulus kod adlı Eric Bana'yı ardında bırakıp gidebilen kadının, göz doktorlarının duvarındaki ışıklı harf listesini baştan aşağı yanlış okumuş kadından hiçbir farkı yoktur.


Sokrates'e atfedilen; "Evlenin, eşiniz iyiyse mutlu, kötüyse filozof olursunuz." sözünün 'Anneniz sapık, babanız akıl hastası olursa merak etmeyin, filozof olursunuz." kabilinde vücut bulmuş bir gerçek hayat versiyonunu konu edinmiş Romulus, My Father. Açılış sahnesi, kullanılan mekanlar, bağlar, bahçeler, yer yer müzikler ve özellikle Raimond karakterini canlandıran Kodi Smit-McPhee ile Hora karakterini canlandıran Marton Csokas'nın harikulade oyunculukları filmi kurtarmaya yetmemiş. Biraz daha az gerçeği tolere edebilir ancak daha hafif bir hikayeye hiç de hayır demezdim.


Filmden bana kalan; baba, oğul ve Hora'nın yumurtalarla uğraştığı sahneyle ilgili.. Günümüz çocukları babalarıyla keyifli vakit geçirme fırsatını nasıl da kaçırıyorlar. Eski nesiller evlerinin yakınlarında çalışan babalarının yanında olabilme, işleri babalarını seyrederek öğrenebilme ve toplum içersindeki rol kimliklerine uygun davranış paternini edinirken özdeşleştikleri ebeveynlerini birinci elden gözlemleme şansına sahiptiler. Şimdilerin babaları ise iş/yol yorgunu olarak, muhtemelen geç bir saatte ve artık çocuklarına harcayacak pek az takati kalmış olarak dönüyorlar evlerine. Gerçi, şimdilerin anneleri de pek yorgun. Çocuklar pek bir iki arada, bir derede...

The time you enjoy wasting is not wasting the time.

4/10

Wednesday 10 June 2009

Romulus, My Father


Before I write anything about this particular movie, I'd like to describe the way vyaka and I watch&review these movies. We have compiled (and still continue to do) a list of movies which neither of us have seen but both are interested; then decide on a movie to watch (we take turns for the choice), then get a hold of a copy and arrange a date for the movie session.. The important point to note is we watch them seperately in our homes (busy lives and all :p); but start watching at the same time.. then after finishing it we call each other and talk about it. And that's what we did last night..

Unfortunately, this time I had actually more fun exchanging text messages with vyaka throughout the movie than watching it.. Well, Eric Bana and the child actor Kodi Smit-McPhee kinda made it watchable but still.. If we hadn't committed, if I'd started watching it on TV by myself for example, I don't think I would have finished this movie.. I kept talking (more like shouting) at the screen, trying to make sense of the characters' (read Christina's) behaviour.. The irony is, the movie is based on a biographical memoir (of Australian philosopher Raimond Gaita); so the events in the movie actually took place.. So knowing that fact, and still not being able to care for the story, got me really frustrated!

The cinematography, the background music (at times, sounded like traditional Anatolian tunes), the performances were all adequate.. but that's it.. The story wasn't engaging; I had sympathy for Romulus, and especially for Raimond, but not enough to be curious about what happens to them next.. Throughout the movie the feeling I had (I know I am repeating myself but this needs to be said) was frustration..

So my rating will be more for the production value, rather than entertainment value..

Gets a 5/10 from me..

Monday 8 June 2009

Untamed Heart


He doesn't make sense.
She doesn't make sense.
Together they make sense.


Yes, above statement just about sums up the relationship of the lead characters..

Caroline works as a waitress in a diner; she's had no luck with love but stil pursues it. She is sociable and kind; but has problems finishing things which she starts.. Adam, on the other hand, works as a busy boy in the same diner. He is shy and doesn't talk to people. One day, on the way home, Caroline's attacked by two men and rescued by Adam. As a result, they start interacting more and it's not long before they begin a relationship. What happens next is, for you to watch..

Marisa Tomei and Christian Slater make a great pair; you just cannot help but care for their story. The soundtrack is very good; I had to rewind and watch some scenes just to listen to the song in the background.

Overall, a VERY good movie which I'd like to rewatch some other time..

Gets an 8/10 from me..

Sunday 7 June 2009

I wasn't Finished

O'nu kısacık bir süre için bile olsa bulmayı ve varlığınızı temelinden sarsışını seyreylemeyi mi tercih ederdiniz yoksa böyle bir kaybı yaşamamak için hayatın O'nunla nasıl bir hal alacağını hiç bilmemeyi mi? Untamed Heart'ın sorusuna cevap vermek güç. Hancock'un Mary'si, I didn't think you'd miss what you didn't remember diyordu. Acaba insan bilmediği şeyleri özlemez mi? Yoksa neye olduğunu bilmeden özlem çektiği de olur mu insanın? Aslında yok dediğimiz varla müstakil olduğuna göre, önceden var olanın ortadan kalkışıdır yok. Varlığı tatmamış olan yoklara hiç diyoruz. İnsan hiç'i özler mi?



Untamed Heart adından tam da belli olduğu ama benim izlemeden hiç de anlayamadığım gibi, insan içine karışamamışlığın hikayesi aslında. Arayıştan değil, artık aramayıştan bahsediyor çokça... Kendi hallerinde ve oldukları kadar olmayı kabul eden iki insanın birbirlerine, razı olduklarından fazlası olabileceklerini öğrettikleri bir güzel hikaye...


Adam'ın alışık olmadığımız bir öyküsü ve alışık olmadığımız bir davranış biçimi var. Fark ettiğiniz anda ya arkanıza bakmadan kaçmanıza ya da dizlerinizin üzerine yığılmanıza sebep olacak ayrıntılar biriktiriyor. Caroline'ın uydusuymuş gibi bakıyor, yaşıyor, düşünüyor. Yörüngesini anakarayı rahatsız etmeyecek bir mesafede çizen ve tavafını aksatmadan sürdüren bir uydu gibi...
Adam: I follow you home...
Caroline: You follow me home?
Adam: I wasn't finished.
Caroline: Finish.
Adam: I follow you home to make sure you're... safe.
Caroline: Well I never see you.
Adam: I stay pretty far behind. I'm sorry...
Caroline: Well, I mean, don't be sorry. I just...
Adam: I wasn't finished.
Caroline: Finish.
Adam: I am sorry I was late that night.

Caroline, yok yorgunu... Aramaktan ve bulamamaktan, istediği gibi olmadığını bildiği halde bulduğu kadarını dahi elinde tutamamaktan yorgun.
Caroline: My dad, first guy to walk out of my life, definetly not the last. Funny things, you and me. You always stayin' away from love, me always chasin' after it.
Adam, Caroline'ın bilmediği bir dünya...
Adam: Do you like music, Caroline?
Caroline: Hı-Hımm....that's the first time I heard you say my name. It sounded... nice.
Adam: Would you like to listen to my records Caroline? ...Caroline.
Caroline, Adam'ın dokunulmamaşlığında bir usul soluk...
Caroline: I am going to fall in love with you. You don't have to love me back. I am going to give you my heart.

Filmden bana kalsın istediklerim;

Caroline: You love with your mind and soul, not your heart.
Adam:
[Touching his chest] Then how come I hurt here when you're not with me?


Adam: I wonder if you think about me.
Caroline: Of course I think about you!
Adam: I wasn't finished!
Caroline: Finish.
Adam: I wonder if you think about me half as much as I think about you.


Caroline: I have fallen...
Adam: Are you hurt?
Caroline: I wasn't finished.
Adam: Finish.
Caroline: I have fallen so in love with you, so much more than I said I would.



Caroline: He was like an angel, you know? I never knew life could be like that. He was the one thing I followed through in my life, the one thing I didn't give up on. I was good at loving him.


Kendimi mamisaphe'nin şefkatli sinema bilgisine teslim ettiğim filmdir bu ayrıca. '2000 öncesi filmleri almayalım listemize' bıdıbıdısıyla devam ederken ben, çaktırmadan öyle bir kroşe indirmiştir ki, elleri dert görmesin, ne zaman 2000 öncesi filmleri de listemize almasını kabul ettim, ne zaman 'yok mîrim, eski filmlerdeki tat kalmadı' der oldum, ne zaman listemizin o 'tat'lı filmlerden yeterince nasibi almamışlığından yakınmaya başladım, bilemiyorum. Şunu söyleyebilirim; çok çabuk oldu, hiç acımadı.

Filmin ortalarında bir yerdeyken aramızda tam olarak şöyle bir diyalog geçti.
mesaj; vyaka --> mamisaphe
"Bundan sonra önerdiğin tüm filmleri sorgusuz sualsiz izleyeceğime and içiyorum, milattan önce çekilmiş olsalar bile umrumda değil."

telefon; mamisaphe --> vyaka
"hih hihi hihihii"

Son olarak, Caroline'dan hepimize gelsin;

Don't let people stand in your way. They're just people. Like you and me!


8/10

Monday 1 June 2009

Step Up



Starting from 70's, Hollywood studios produced some really succesful dance movies; Saturday Night Fever, Dirty Dancing, Flashdance, Footloose, Save the Last Dance, Billy Elliot to name a few.. And now, Step Up is one of the latest to join among them.

The story has Tyler Gage breaking into an Arts School and damaging the props in its theatre.. He is caught in the act and sentenced to 200 hours community service which he has to serve at the same school. He catches the attention of one of the students there, Nora, who is preparing for her senior showcase.. After some mutual hesitation/apprehension they start rehearsing together.. You can guess the rest.. ;)

Though the story is predictable, the movie is quite entertaining; Channing Tatum (Tyler) and Jenna Dewan (Nora) are great dancers and very enjoyable to watch.. As the movie had considerable success, the sequel was released in 2008 which was also a success..

Gets a 7/10 from me..

Friday 29 May 2009

Thights? Done!

Bir diğer 'Catch Me' vakası ile karşı karşıyayız. Ancak bu kez; evreka!


Karakterlerin birbirlerinden etkilendiği ve filmin başından sonuna dek değiştiği hikayeleri seviyorum. Step Up bu dönüşümü keyifle işlemiş, dönüşümün gerekçelerini müzik ve dans içine serpiştirmiş bir film. İzlerken, bedeniyle böylesine haşır neşir olmak, bedenine böyle hükmedebilmek nasıl bir duygu acaba diye düşündüm. Benim sahip olduğumdan bile emin olmadığım kas tonularını öyle kıvrak hareketlerle kasıp gevşetiyor ki oyuncular, geri alıp tekrar tekrar izlemek istediğim pek çok sahne var.

Step Up için bir gençlik filmi demek yanlış olmaz sanırım. Olmadı, 'gençlerin ya da ruhu genç kalanların filmi' der, yaşı tutmayanlara da bir pencere açabiliriz. Aslında ritim duygusu olan, müzik ve beden uyumu fikrinin heyecan uyandırdığı herkes keyif alabilir bu filmden. Müzik ruhun gıdasıysa, dans kaymaklı kadayıfıdır diyelim, mevzuyu tatlıya bağlayalım.


Son bir sağlık notu; çene kemiklerini kasmak suretiyle dişleri birbirine kenetlemek gerginlik sinyaliymiş ve dans etmek gerginlik atmanın etkin yollarından biriymiş. Sağlıklı Yaşam köşesinin yalancısıyım.

8/10

Thursday 28 May 2009

Aurora Borealis



I cared about the story and the most of the characters in this movie.. well, especially the two male characters:

I know people like Duncan who are intelligent, healthy, have huge potential to be successful but don’t know what to do with their lives; and I’ve had older relatives who needed special care like Ronald Shorter (Duncan’s grandfather).. The bonding between the two, as well as the other characters, is heart warming.

Donald Sutherland is great as an old man with the Parkinson’s disease with progressive dementia; Joshua Jackson has also great range as an actor, I would like to see him in more movies (well, in more commercial movies to be exact).

Anyway, another nice little movie..

Gets a 7/10 from me..

Much Better

Aurora Borealis, yani, kuzey kutbu çevresinde, ışığın düşüş açısına göre gökyüzünü değişik renklere bürüyen kuzey ışıkları...


Aurora Borealis, yani, balkonundan kuzey ışıklarını görmeye çalışan dedesi, gülümseyişini eksiltmeyen bir kendini adamışlıkla ona eşlik eden büyükannesi, şehirden şehre gezerek kendi yol haritasını çıkartan sevgilisi, kendi kaybolmuşluğunu yeni kayboluş biçimleriyle doldurmaya çalışan abisi, ölümünün bir terk ediş biçimi olup olmadığını öğrenmeye cesaret edemediği babası ile doğduğu yerin, birlikte büyüdüğü arkadaşlarının ve bir bulup bir kaybetmek üzere kurulu iş deneyimlerinin uzağına gidemeyen Duncon'ın hikayesi...


Modern toplumculuğun getirdiği, 'geleneksel kültürün tüm öğelerinden temizlenelim' telaşı içerisinde kaybolan aile değerlerine yaptığı vurgu, Aurora Borealis'i özel bir film yapan öğelerden biri. Yazık ki, birey olarak ihtiyaçlarımızı düşünürken, geleneksel yapının getirdiği kuvvetli aile bağlarındaki gevşemenin önüne geçememiş bir nesiliz biz (Tenzih ettiklerim seslerini çıkartmasın, ben bir kısım üstüne alınası/ben dahil grup için konuşuyorum.). Bu modernite sancısı bize kendimizden başkasını pek de düşünecek alan bırakmadı sanki. Hala geleneksel bağlarını korumaya gayret eden bir diğer grup ise bireysel sınırlarını korumakta güçlük çekiyor ve kendilerini öteleme/erteleme mecburiyetinde kalıyor gibi. Ötekinin alanını yok sayma yanılgısına düşmeden bireysel alanını belirleyebilenlere ya da öteki ile girift bir yaşam yaşarken dahi ihtiyaç duyduğunda "orada durun bakalım" diyebilenlere selam olsun...

Filmin tozunu aldığınızda altında gerçek kalıyor. Bir yaz gecesi, komşunun açık kalmış penceresinden şahitlik ettiğiniz yemek sohbeti kadar yalın bir gerçeklik. Sıranızı beklediğiniz bir çiçekçide, tanımadığınız bir adamın, tanımadığınız bir kadına, birkaç gün içinde görevlerini tamamlayıp solmaya başlayacak olan çiçekleri alış sebebini dinleyişiniz kadar gerçek... Dikkatle dinlemezseniz duyamayacağınız bir kendi halinde melodi, yakından bakmazsanız fark edemeyeceğiniz bir güzellik gibi, olduğu gibi ve olabildiği kadar olmakla ilgili bir derdi olmayan bir gerçek...

- Donald Sutherland Ronald Shorter karakterini canlandırma becerisi beni kendisine hayran bıraktı.

- Ruth Shorter'ın gülümseyen güzelliği ile Mrs. My Husband's Medals'ın nemrut huysuzluğunun yüzlerine yansıyışı, ruhları tatmin olmuş insanların yüzleri de huzurdan yayılan bir aydınlıkla parlıyor mu acaba dedirtti.

- Kate'in I don't think there is a guy like you anywhere farkındalığından sonra her nasıl olup da o şehirden ayrılmayı planladığını anlamadım, anlayamam, anlamayacağım. Mekânlar nasıl ve ne biçimde insanlardan önemli hale geliyor, bir kişi bir mekânda bulunmak için, bir insandan daha güçlü bir gerekçeyi nereden buluyor, bilmiyorum. 'Mesele mekân değil, insanın varoluşunu keşif sürecindeki yolculuk ve bu yolculuğun durağanlıkla baltalanmakta olan doğası sebebiyle ihtiyaç duyulan gezgin ruh' martavalını almayayım, mersi. Herhangi bir şey, 'O' dediğiniz insandan önemli hale nasıl gelir, -madım, -mayamam, -mayacağım.

- Kimin hindisinin daha kuru olduğunun, kimin patateslerinin daha lezzetli olduğunun ya da ölmeyi yaşamaya çoktan tercih etmekte olan bir adamın evinin balkonundan kuzey ışıklarını gerçekten görüp göremediğinin mesele olmaya başladığı o saçma sığlık, nerede başlıyor?

- Ruth ve Ronald, birbirlerinin ömürlerine şahitlik etmişlikleriyle, ömürlerinin bir başka dönemecinde duruken; ne düşünüyor, ne hissediyor, nasıl baş ediyor?

- İnsan tam olarak hangi dönüm noktasında ölümü yaşama tercih ediyor?



...ve Duncan, Joshua Jackson, nice to meet you... It was such a pleasure!


Not; Sayın Mamisaphe, pîrimsin vesselâm. Böyle mi film seçilir bacım?!!

7/10

Wednesday 20 May 2009

The Accidental Husband



A radio host, Emma, advises one of her listeners to break up with her fiance, which obviously upsets the man in question. He, then sets about getting his revenge..

This was a fun movie! :)

Because, there were Indian characters and music (yaaayy!); Jeffrey Dean Morgan lights up the screen every time he appears with his smile (*sigh*); and the ending was one of the sweetest I saw in a long time (awww)..

Gets an 8/10 from me..

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails