Sunday 26 April 2009

Persuasion


İkna edilebilirlik veya telkine açıklık, sorumluluğu alınamamış kararların arkasında durulamadığında devreye giren bir savunma mekanizması mıdır, yoksa filmde, dolayısıyla kitapta işlendiği üzere, kişiliğin zayıflığına delalet edebilecek bir bilinç evresidir de olgunlaşmayla ortadan kalkar mı, bu konudaki kanaatim net değil. Ancak şu konudaki kanaatim gayet net ki; nazik insan, etkileyici insandır.


Biz Captain'ı görebilmek için 21 dakika bekliyoruz, Anne ise 8 yıl. Ve yüzbaşı, aralık bir kapıdan sızdığında hayatlarımıza, dudaklarından dökülen ilk cümle "forgive me" oluyor. Oracıkta tüm kırgınlıklarımızı evlatlıktan reddediyor ve affediveriyoruz savaş yorgunu yüzbaşının tüm yaptıklarını ve yapacaklarını. Ancak yüzbaşının "humble sailor" kalbi nezaketle saklasa da kırgınlıklarını, o kadar kolay affedemiyor vazgeçilmişliğini. Tüm kapılarını kapatmış bir duruşla durmaktayken, aralık kalan o tek kapıdan dökülen piyano notaları kalbiyle geçmişi arasında köprüler kuruyor. Öfkesini asaletle demlediği ziyafet sofralarında ise sese veriyor derinliğini sadece asıl muhattabının anlayabileceği cümleleri;
If I am to speak in earnest, what I desire above all in a wife is firmness of character. A woman who knows her own mind. I cannot abide timidity or feebleness of purpose. A weak spirit which is always open to persuasion, first one way and then the other, can never be relied upon.

Anne'in göğsündeki ağrıya kardeş ağrılar büyüyor göğüs kafeslerimizde. 'Captain' diyoruz soluğa veremediğimiz iç çekişlerle; a bow, a curtsy, your voice and then, you were gone. Anne'in kendisine verdiği ceza, yüzbaşının a little beauty, a few smiles, and a compliment to the navy ile kaybolacağı anın seyrindeki tarifsiz bekleyiş oluyor. Neyi kaybettiğinin idraki gittikçe derinleşirken, kaybettiğini kazanmak üzere olanları seyretmek ödediği bedellerden sadece biri.

Still he cannot be unfeeling. He cannot see me suffer without wishing to give relief, to spare the proof of his own good, warm and amiable heart, which I cannot contemplate without infinite pain and regret.

Anne'e karşı kayıtsız kalmaya çalışsa da en nihayetinde ancak kızgın ve incinmiştir yüzbaşı ve bir yanıyla bilmektedir ki, A man cannot recover from such a passion with such a woman. He ought not. He does not. Bilgisine binaen saklar zihninde sevdiği kadının sevdiklerini ve sevmediklerini, most heartily. En nihayetinde anladığında onu ve kendisini, oyunun seyri değişmiştir ve kaybettiğini kazanmak üzere olanları seyir sırası yüzbaşıya gelir. There's nothing here worth me staying for dese de bilmektedir ki, kalmaya tahammülsüzlüğü, kayba tahammülsüzlüğündendir.

Ve iletmekle görevli olduğu mesajın ağırlığına rağmen başını dik tutmaya çalıştığı o gün yüzbaşı bilmemektedir ki, he was utterly misinformed and there was no truth in any part of it. Dünyayı omuzlarında taşıyarak girdiği o kapıdan ruhunu bulutların üzerine yükselten bir hafiflikle ayrılır ve cesaretini aşkından alan bir kararlılıkla dizmeye başlar kelimeleri kağıda;
Miss Elliot,

I can bear this no longer. You pierced my soul. I'm half agony, half hope. Unjust I may have been, weak and resentful I have been, but never inconstant. I offer myself to you again with a heart even more your own than when you almost broke it eight years ago. I have loved none but you. You alone, who brought me to Bath, for you alone, I think and plan. Have you not seen this?

I can hardly write. I must go, uncertain of my fate. A word, a look, would be enough. Only tell me that I am... Tell me not that I am too late, that such precious feelings are gone forever.

19 yaşının üzerine 8 yıl dolusu pişmanlık ve ancak bir kayıp zannıyla perçinlenebilecek kuvvette kararlılık biriktirmiş olan Anne, bu kez yanılmaz;
Captain, I am... I am in receipt of your proposal and am minded to accept it. Thank you.

Yeryüzünün, ihtimaldir ki, en güzel evlilik teklifi olan 'I offer myself to you', yeryüzünün, ihtimaldir ki, en güzel cevabı 'Thank you' ile karşılanırken, seyirci düşünür koltuğunda; offer, sunmaktır ve bir noktada ise arz etmek. Arz ardında vaad barındırmaz, zira bir vaadi değil ancak olanı sunabilir insan. Olanı sunmakta ise esirgemeye yer yoktur. Kelimelerin altını kaldırıp bakınca I offer myself to you diyor ki; "sana kendimi sunuyorum, sadece olduğum kadar ve olduğum ne varsa esirgemeden". 'Thank you' ise hikaye içindeki anlamıyla; "aldım ve kabul ettim, bilsen bunu ne çok bekledim ve bir an hiç sormayacaksın zannettim"dir.

Gökten düşen elmalar; tekrar sunmaya cesaret edenlerle alıp kabul etmeyi bilenlere...

not: metindeki ingilizce alıntılar ukalalıktan değil, filmden. that's just how we are...

9/10

2 comments:

  1. şöyle ki... şaşırdım:) persuasion bendenizin lake house'da duyduğu ve sonraki 6-7 ay boyunca mütemadiyen her kitapçıya girerek soruşturduğu kitap idi. sonra ama çok sonra onu bir arkadaşın evinde masa üzerinde öylece durmuş beni beklerken buldum (ki bu konuya blogumda değinmiştim). hatta sonra ingilizce eski bir baskısını bile buldum. gel gör ki kitap zayıftı bence. jane austen'ın son ve sıkıcı kitaplarından biri idi. demek bu kitabı da film yapmışalr da bhaberimiz yokmuş. filmini merak ettim gene de... ayrıca başlamış olmanız ne hoş! ne sevindirici... hep böyle kalın, hep bizimle;)

    ReplyDelete
  2. filmi izledikten sonra kitabı da okumakla ilgili o pek tanıdık dürtü güdümünde kitapçıya girip kitabın çevirisini elime aldığımda, blogunuzda kitapla ilgili yazınızı okuduğum, elyapımı olduğunu tahmin ettiğim ekli fotoğrafa da pek imrendiğim hatrıma gelmişti. ve şimdi siz de yazdınız, pek bir güzel oldu.

    blogumuzun ilk yorumcusu olarak size sunmakta olduğumuz şükranları kabul buyrunuz, lütfen.

    var olunuz e mi?

    ReplyDelete

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails